Baba evindeyim. Bir kadeh rakı doldurdum. Gelip kızmasını bekledim babamın, gelmedi. İkinci kadehi doldurdum. Annemin: “Oğlum şu buzdolabının su kasasına bak, çok damlatıyor,” deyişini anımsadım. O buzdolabını açtım, üçüncü kadehi doldururken annemin: “Yeter artık!” demesini bekledim, demedi. Kimse yoktu evde. Kapıyı ilk ben açmıştım. Evdeki eşyalar annem ve babam kokuyordu. Kedinin mahzun hali, saksıdaki çiçeğin solgun yüzü, açık pencerenin “küt küt!” vuruşu, bahçenin yalnızlığı, koltukların eskiyen yüzü, rey sandığının elma kokusu… Geldim işte anne, koltuğun üstündeki soluk, saman rengi kanaviçelerine sarıldım, kokun sinmiştir, diye. “Geldin mi oğlum,” diyen sesin yoktu. Kedinin gözlerinde aradım bakışlarının izini, iskemledeki su damlasında parmak izlerini… Bahçeye indim. Kurumuştu domatesler, naneler boynunu bükmüş, maydanozlar solmuştu. Bodruma baktım, tavanda asılı nohut kalburuyla göz göze geldik öyle uzun uzun bakıştık melul mahzun… Her şey hâlâ yerli yerindeydi. Hiçbirinin yerini değiştirmeye özüm döğmedi.[1]
Bir avuç yaşamla birkaç kadeh arasına serpiştirilmiş bir umut, bir de babamın bahçesinde unutulmuş sigara paketi… Babamın bahçede sürünerek dökülmüş kirazları, annemin kuru erikleri toplayışının izleri var. Annemin “Oğlum yine üşüyor musun? Hani Maraş’ta çok üşüyordun ya!” deyişi… Masada yarım kalmış bir gülüş, askıda kurutulmuş dolmalıklar, hüzünlü bir bakış yan pencerede, boynu bükük bir kedi garaj damında, eski bir fotoğraf tandırlıkta, bir de yanmaya hazır fakülteden gönderilmiş bir mektup: “Baba, biliyor musun albümde eski, esrik bir fotoğraf vardı, sağda duran bendim işte senin hiç görmediğin. Onu büyütmeye gidiyorum,” diyen ablamın mektubu…
Odaları gezdim tek tek, iki gömütten geriye kalanları… Bütün odalar onların yokluğunun izleriyle, anılarıyla doluydu. Her nesnede, her zerrede annemi ve babamı gördüm. Salonda babamın en son okuduğu Cumhuriyet gazetesi vardı. Kıvrılan sayfada Oktay Akbal, annemin mutfakta yoğrulmuş ekmek yapmaya hazır hamuru… Taş kesen hamurun üstünde dolaşan böcekler, yatak odasında babama doğum gününde Almanya’dan gönderdiğim açılmamış mavi gömlek, bir de bana yazılmış, postalanmamış bir mektup… Yitik bir ormanda kördüm şimdi, alaz sarmış her yanımı, yarım kalmış bir şiirdim, adı olmayan bir çocuk, yenik, yaralı sümüklü bir oğlan… Şimdi umut bitti, yol bitti, aşk bitti anne… Dedemin, ninemi döverek öldürdüğünü anlattığın gecenin başlangıcında, karanlığın koynunda çaresizlik içinde yeni bir masala ihtiyacım var anne yalan da olsa, yeni bir öyküye belki bir şiire, özellikle de senin Emirli köyünde anlattığın söylencelere…
Babamın rakı içtiği dama çıktım. Gökyüzünde dolunay vardı. Çocukluğumdan hatırlıyorum babam, bu atmosferi çok severdi. Gece yalnızdı, gece hüzünlü, gece mavi, geceydi işte… Tıpkı onun gibi yaptım bir kadeh daha doldurdum. Annemin gelip babama kızma saatini bekledim: “Yeter herif, yarın dersin var, çocuklara ağzın kokacak,” demesini… Demedi. Sonra gözüm pencereden boynunu uzatan yeşil armut ağacına takıldı: ‘Ne zaman büyüdün sen, boynunu ne zamandır uzattın penceremizin boyuna, kaç yıldır gelmemiştim bu eve, kaç yıldır yolculuğum yoktu anılara, bu armut ağacı hep burada mıydı ne zaman dikilmiş ne zaman büyümüş ne kadar boynunu uzatmıştı? Ya ikinci katın ahşap kapısı ne zamandır demir olmuştu, ne zamandır tahta merdiven, betona dönüşmüş, ne zamandır kevikliğin[2] yerine garaj yapılmıştı?’ Traktör yoktu kapıda, römork, pulluk da çoktan kaybolmuştu. Izgara, tapan, kültivatör, anadut ve dirgen de yoktu yerinde… Bodrumda bir eski sarat, bir kalbur, bir kağnı tekeri… Üst katta salonda kocaman bir LCD TV, bir de nemlenmiş şofben banyoda… Şofbenin altında babamın anneme gönderdiği fotoğrafında iki dize:
“Gülüşleri mevsimlere ayarlı ağacımken
Çöle benzeme ne olur.” [3]
Bahçede kocaman bir ceviz ağacı, meyvesiz… Kuyunun başında budanmış bir akasya, anneme ait eski solmuş bir ceket, eski fotoğraflardan tanıdık, babamın sarı baklava desenli çürümeye yüz tutmuş kazağı tulumbanın başında, hazırlıksız bir ölü resim, bahçedeki tabloda… Bir kedi, boynu bükük bir köpek; aç, sefil, bir de karyola, yola atılı…
“Anne ben geldim üstüm başım
Uzak yolların tozlarıyla perişan
Çoktan paralandı ördüğün kazak
Üzerinde yeşil nakışları olan” [4]
Bahçedeki kuyuya indim. Babam bir not bırakmıştı bana. Ardiye deposu olarak kullandığı bir yerdi kuyu girişi aynı zamanda. “Oğlum Sinan, kuyunun su gözleri her yıl cımızdan tıkanır, mutlaka bu çamuru yılda bir temizle, suyun gözünü aç!” Notu bir çift sarı çizmenin soldaki olanına yapıştırmış, yanına bir kürek bir de bel koymuştu. Belli ki babam, buradaki hayatın aynen sürmesini istemişti.
“Annemin hemen ardından gitmesi gerekmezdi
Evinin badanasını yarım bırakıp erkenden
O gün bugündür bana gülden önce gelir diken
Dedim ya anahtarını yitirmiş bir kilidim şimdi.”[5]
Kuyuyu temizledim. Yukarıya çıktım, annemin odasında masum, evdeki kedi gibi boynu bükük, unutulmuş çeyizlik sandığı bekliyordu beni. Üzerindeki anahtarla kilidini açtım, kapağı kaldırdım. Mavi, yeşil, sarı, mor eşarpları gülümsedi önce, sonra albümden siyah beyaz fotoğraflar döküldü. Annemin Tarsus’ta bize yorgan yapabilmek için pamuğu toplanmış tarladan başak topladığı yarısı yırtık fotoğraf… Çuval sırtında, masum ama bir o kadar da sevimli, umutlu bir yüz, anne yüzü… Tarlaya Mersin’den Tok’larla giderdi annem, dolmuştan indikten sonra kilometrelerce yürür, çuvalı pamuk başaklarıyla doldurduktan sonra da tarla sahibine kaptırırdı… Nedense fotoğrafta bu ayrıntılar yoktu. Zaman zaman dolu çuvalla gelinen başaklardan yapılı yorgan vardı yüklükte… Eski devrimci türküleri gibi yeniden dinlemek isterdim annemi! Babamla evliliğinin birinci yılında Emirli köyünde yaşadığı kâbusu… Hani babamın alışveriş için Afşin’e gidip de kardan kapanan yollar nedeniyle üç gün boyunca köye dönemeyişini… Senin gece rüyanda uyuyan üç aylık bebeğin Emine’nin ayağa kalkıp:
“Abamı giyeceğim
Evime gideceğim
Burası cehennem
Cennete gideceğim.”
Demesiyle kendini zor atmıştın ya Hasibe Teyze’nin evine! Sonra bu bebeğin zatürreden ölmesi seni ne kadar kahretmişti anne! “Sevdiğim her şeyi yalnız sevdim,” demişti Edgar Allan Poe. Annem de öyle miydi, tıpkı benim gibi. Onu sadece ben mi sevmiştim, babamı sevmiş miydi? Ninemin ölümünün sorumlusu olarak hep dedemi görürdü. Çocukluğumdan hatırladığım “Deden, nineni döve döve öldürdü,” derdi annem. Babam, hiç anneme vurmuş muydu hatırlamıyorum. Onlarla ilgili anılarım o kadar azdı ki!
Albümden bir fotoğraf daha düştü: Eşimin Hacettepe’de dökülmüş saçlarıyla yaşama direnişinin fotoğrafı. Oysa o direnişi yitirerek kansere yenilmişti Gülseren. Ayşegül ablamın cezaevi fotoğrafı: Umutsuz bir yaşamın vesikalık aynası… İşte annemin çeyiz sandığı sandıkta bir gözyaşı var, babamın fotoğrafının üstüne düşmüş, bir de allı morlu fistanlar, hiç kullanılmamış ay yüzlü danteller, gülümseyerek bakıyor bana. Açılmamış masa örtüsü el emeği göz nuruyla örülmüş… Örtülü bir yalnızlık içinde sanki cezaevinden firar etmeye hazır mahkûm edasında… Bohçanın bir yanında harcanmamış bozuk, özenle katlanmış kâğıt paralar kendi kaderine hapsedilmiş, gün görmemiş bir hayat sandıkta, ertelenmiş, örselenmiş bir yaşamın izi… Bir fotoğraf daha düştü albümden, Almanya’ya gittiğimde otomobil fabrikasındaki vardiyamda çekilmiş, altına Ahmet Erhan’ın birkaç dizesi serpiştirilmiş siyah beyaz bir fotoğraf: “Dizlerin duruyor mu başımı koyacak / Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın.” Dayanamadım çıktım odadan.
Akşam ablalarım ve ağabeyim geldi. Ben, annem ve babamı siyasi sürgünüm nedeniyle yirmi yıldır görmemiştim, çünkü kendi ülkeme gurbettim. 12 Eylül’den sonra çıkmış bir daha da dönememiştim öz yurduma. Kardeşlerimle son akşam yemeğinde buluşacağımı hiç düşünmemiştim. Hepsinin diğerininkinden daha acı bir hikâyesi vardı. Saliha, KHK ile görevinden alınmış; yaşama ümidi gözlerinde bitmiş bir ceylan, Ayşe’nin üniversiteyi bitiren çocukları işsiz; dünyayı umursamayan bir derviş, Kumru çocuklarını üniversitede okutmakta güçlük çekiyor; hayata küskün bir bedevi, ağabeyim acılı ve sarhoş… Yenik ve yaralı bir halkın sürü çocukları… Hep birlikte kararlarını açıkladılar: “Evi müteahhide verelim!”
“Evi mi, anıları mı?” diyebildim. “Burada yaşanmışlıkları kaç paraya satacağız?”
“Senin bu devrimci laflarına karnımız tok!” dedi Abidin ağabeyim.
Sonra hiç konuşmadım, boğazıma bir şeyler düğümlendi. “Zaten suçlusun, sorumsuzsun!” dedi küçük kız kardeşim. “Hiç onların yanında yoktun, bizim de… Senin sevdan Türkiye’ydi, neyi kurtardın peki?” Haklılardı, sadece kendimi kurtarabilmiştim. Son kadehimi doldurdum. Babamın çalışma odasına girdim. Köy Enstitüsü mezunu emekli bir öğretmendi babam; öğretmenlerin en iyisi, gitaristlerin, inşaat işçilerinin, sağlıkçıların, sporcuların, şairlerin en güzeli…
“Hayatta ben en çok babamı sevdim.”[6]
Kütüphanesi karşıladı beni önce, pek güler yüzlü bir kitap belli ki en son onu okumuş fakat bitirememişti. Enstitüden sınıf arkadaşı Adnan Binyazar’ın eşinin ölümünü anlattığı “Ölümün Gölgesi Yok.” Sonra masada bir Türkiye fiziki haritası… Haritaya düşkündü babam. Kütüphanesini baştan sona taradım, masadaki notlarına baktım, fotoğraflarına… Annemle çektirdiği bir fotoğrafın altına kendi el yazısıyla şunları yazmıştı:
“Kitapların duruyor orada öyle günden güne tozlanarak
Elim varmıyor tozunu almaya, dokunduğun yerler silinecek.”[7]
Babamın anıları ve çalışma ortamıyla derin bir yolculuğa çıkmayı umarken bir sesle irkildim.
“Devrimci buraya gel!” dedi Aliye ablam.
“Ne diyorsun evi müteahhide vermeye? Biz aramızda konuştuk, anlaştık.”
“Peki.” dedim. “Verelim.”
Sığınabileceğimiz bir liman, gelebileceğimiz bir evimiz olmayacaktı artık Türkiye’de. Kendimi çıplak hissettim, tıpkı yıllar önce hissettiğim gibi ODTÜ’de okurken MİT’in ajanlık teklifini reddedip fakülteyi bıraktığımda “Şizofren” teşhisi koymuştu doktor. Annemi ve babamı uyutup gece servileri keserken “Ağlıyor oğlum, ağaçlar, yapma! Taa ben buradan duyuyorum hıçkırıklarını…” demişti annem.
Sahi bu evde yaşananları kaç paraya satacaktık, nasıl yaşantımıza devam edebilecek, nasıl anıları yok sayacaktık? Müteahhit, bu evde yaşananların parasını ödeyebilir miydi bize, buna gücü yeter miydi?
“Fotoğrafını yitirdim anne elmalıklar içinde çektirdiğin
Nazar boncuğunu yitirdim anne göğsüme düğmelediğin.” [8]
Dışarıya çıktım, hüzünle baktım eve. Bu, son bakıştı, bunu biliyordum. Evin sıvası bir yara gibi kanıyordu. Sıvası dökülmüştü, ağlıyordu sanki. Duvarlar, kiremit rengine dönüşmüş, kanamıştı. Gri renkli kuru beton yaralıydı. “Sıvası kanayan bir evimiz var artık!” demişti ablam. Burada yaşananlar, evle birlikte yok olmalıydı onlara göre. Hiçbir şey demedim, diyemedim, Maraş’ta işkencede de bir şey söylememiş, hep direnmiştim ama artık direnecek gücüm yoktu… Tıpkı bu ev gibiydim: Yaralı, suskun, yalnız, kanayan, kırmızı ve kızıl…
Ev satılacaktı. Şimdi ben hangi anıya yüzümü sürecektim, annemi ve babamı düşünerek rakı içebilecek bir evim olmayacak mıydı artık? Babamın kütüphanesinin tozunu alamayacak, onun anılarının izini süremeyecek, tıkanan su deposunu açamayacaktım… Ya annemin bahçesi? Artık sulanmayacak, babamın kütüphanesine girilemeyecekti… Buraya muhtemelen bir apartman dikilecekti. Bütün burada yaşananlar unutulup gidecekti demek. Sahi annemin çeyiz sandığı kime düşecekti?
[1] Kıyamamak. [2] Samanlık. [3] Duran Aydın, Su Çatlağı, Düş Kazası, s. 40. [4] Ahmet Erhan, Oğul. [5] Abdülkadir Budak, Aşk ve Ülke, Hayatta Ben En Çok Annemi Sevdim, s. 43. [6] Can Yücel, Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim. [7] Yücel Kayıran, Sanat Olayı. [8] Yücel Kayıran, Yaba Öykü.