Mehmet E.YENİÇERİ
TERAPİ


            Sonbaharın sarı yüzü görünmeye başladı. Torosdağları’ndaki bu renk cümbüşü sükunetini müjdeliyor. Buralarda her mevsimin kendine göre bir güzelliği, bir hüznü vardır. Hele bir de ormana sis çöktüyse, aklım alır başını gider bilmediğim diyarlara. Hani artık zamanı da gelmiştir; bağbozumunu yapılalı on gün oldu. Elmalar hasat edilip kilere depolandı. Geçen yıl kurduğum şarap bir yıl dinlendi, şişelenip mahzendeki yerini aldı; bu kadar şarap ne olacak onu da bilmiyorum ya neyse.

            Çukurova’ya inince altı aydan beri dağlarda çektiğim sıkıntılar nihayet bir yerden patlak verdi. Bel ağrılarım çekilmez olunca, aşağı sokaktaki Poliklinikte görev yapan Dr. Şükrü Bey bir dizi muayeneden sonra; “VertebraLumbales bölgesindeki üçüncü ve dördüncü omurga kemikleri arasındaki fıtık nedeniyle ağrı hissediyorsunuz,” diyerek teşhisini koydu. İlaç reçetesini bana doğru uzatırken,“ Size bir aylı fizik tedavisi yazıyorum,” dedi.

            Ertesi gün, yani birinci gün; tıpkı tımarhaneye gönüllü teslim olan bir zavallı ürkekliği ile fizik tedavi ünitesine girdim. “Buyurun!” dedi ufak tefek bir hemşire. İşinin ehli olduğunu daha ilk anda vücut dilinden okuyuverdim. Huyum kurusu; vücut dili okuma kursuna gitmiştim yıllar önce. İlk kez karşılaştığım insanların ses tonunu, mimiklerini, el ve kol hareketlerini takip ederek bir insanın ne olduğunu o an anlayacak kadar iyi olduğumu söyleyebilirim. Fizik tedavi ünitesi, deyim yerindeyse tam bir ana-baba günü, o kadar kalabalık. Kabinler ikişer kişilik. Oradaki kalabalığın çoğu kadın hastalardan oluşuyor. Görmüyorum ama kabinlerin çoğundan kadın sesi geliyor. Tedavi olurken dahi susmuyorlar, kimi hemşireyi lafa tutuyor kimi kabin arkadaşı olan diğer kadına dert yanıyor. Sanki Fizik Tedaviye değil de Psikoterapiye gelmiş gibiler. Orada öylece kalakaldım, ayaklarım gerisin geriye gitmeye hazırlanırken, dört numaralı kabinin perdesini aralayarak “buyurun, şuraya uzanın lütfen,” dedi Hemşire Hanım.

            Plastik eldivenli eliyle belime krem sürüyor, parmaklarını hissediyorum; adeta parmak uçlarıyla görüyor, ağrılarım nerelerimdeyse oralarıma hafif dokunuşlar yapıyor. Bu sırada ölçülü bir ses tonuyla soruyor; adımı zaten evraklardan biliyor, ne iş yaptığımı, kim olduğumu… Yeni tanıştığım insanlara kendi hakkımda bilgi vermekten özenle imtina etmişimdir daima, ama işkence hanede elektrikli sandalyeye oturtulmuş bir şaşkın gibi sorduğu her soru beni bülbül gibi öttürüyor. Yuh olsun sana diyorum içimden kendi kendime; direncin bu kadar mıydı, canın bu kadar mı kıymetliydi? Hemşirenin sorgusu bitince, kendisi hakkında bilgi vermeye başlıyor. “Adım Derya, Balkan Türk’üyüm, bir ay boyunca tedavinizle ben ilgileneceğim,” diyor. Daha birçok şey… Konuşmasını sürdürürken belime dört tane soğuk uçlu sensör yapıştırıp üstünü başka bir şeyle kapatıyor. Onun üstüne de bir havlu örtüyor. Göremiyorum ama yaptığı işlemler sırasıyla böyle. Sol tarafımdaki beşinci kabindeki kadın bağırıyor, “Nuray Hanım yetiş, pöçüğüm yanıyor!” İstem dışı, bütün vücudum titreyerek sessizce gülüyorum.“Pöçük nedir?” diyorum gülme krizim geçince. “Kuyruk sokumu. Isıyı fazla vermişler galiba,” diyor hemşire Derya. Tam bu sırada elektrik akımı ile sırtımdan vatos vurgunu yemiş gibi çarpılıyorum. Bir yerden yediğim elektrik akımı biraz sonra dört noktadan vurmaya başlıyor. “Böyle iyi mi?” diyor. Neyin iyi neyi kötü olduğunu bilmiyorum ki yanıt vereyim. “Biraz sonra geçer,” diyor. Gerçekten de akım şiddetini yavaşça kaybederken ısınmaya başlıyor belim. Derya hemşirenin benimle işi bitince başka bir kadın hastanın sesine doğru, “geldim,” diyerek koşuyor. Sağlık emekçisi olmak ne zor bir iş diye düşünmeden edemiyorum. Hepi-topu iki hemşire sanki polikliniğin bütün yükünü o çelimsiz omuzlarına alıp yüklenmişler. Verdikleri tedavi hizmeti yetmezmiş gibi bir de kadın hastaların nazını, dedikodu alışkanlıklarını, kocalarının ve torunlarının çekilmezliğini de anlatıp rahatlıyorlar. Bu iki sağlık emekçisine “Hemşire”ünvanı yetmez, bir de “Marko Paşa” rütbesi verilmeli. İkisi de işlerini paşa-paşa yapıyorlar, fazlasıyla.

            Üçüncü gün; Derya hemşirenin insani yönü beni o kadar etkiliyor ki, yazdığım kitaplardan birini sırt çantamdan çıkarıp ona veriyorum. “Lütfen bunu kabul edin, belki hoşunuza gider,” diyorum. Maskeli yüzündeki gülümsemeyi gözlerinden okuyabiliyorum. Teşekkür ediyor. Elektrikli tedavinin tam ortasındayım. Yan kabinden sesler geliyor. Bu, maske nedeniyle yüzünü göremediğim Nuray hemşirenin sesi; “Teyze sadece belini açman gerekiyordu. Tam soyunmuşsun. Üşürsün böyle,” diyor. Her şeyden bıkmış ve dünyaya boş vermiş bir kadın sesi yanıt veriyor; “Olsun guzum, kapalı bir yer burası. Biz bizeyiz!” diyor. Cehaletini sevdiğim sevgili halkım her şeyi bir kara mizaha dönüştürmeyi sıradan bir davranışa dönüştürüyor; bunca sefalete rağmen bu mizahı bırakıp da başka yerde yaşayamam.

            Dördüncü gün; Başka bir şeyin ayırdına varıyorum.Erkek hastalar gayet sessiz; bazen makinadan gelen komut sapması nedeniyle tenimiz fazlaca ısınıyor, ama hiçbir erkek hastanın gıkı çıkmıyor, sanırım erkeklik gururları nedeniyle biraz dişlerini sıkıyorlar…

            Yedinci gün; Derya hemşire beni tedaviye hazırlarken; “Kitabınızı dördüncü öyküye kadar okudum. İlk öykü biraz uzun ve muhteşem, sanki yaşanmış bir olaydan esinlenilmiş. Orada bir hemşire var, Adı Gülizar. Sihirbaz gibi,” diyor. “Siz de öylesiniz,” diyorum. Parmak uçlarıyla belime krem süren eli birkaç saniye öylece kıpırtısız kalıyor.

            Yirmi yedinci gün; yine sağımdaki ve solumdaki kabinlerden dedikodu sever kadınların sesleri mırıltılar halinde kulaklarıma kadar geliyor. Her şey gerçek fıkra gibi. Bir kadın sesi kıkırdayarak, “çok edepsizsin,” diyor. Diğeri, “N’olacak, şurada biz bizeyiz,” diye yanıtlıyor. Sonra bir sessizlik… Bugünlük tedavim bitince, bağlı olduğum makine hafifi bir alarm veriyor. Bu ses hoşuma gidiyor. Kalkıp toparlanıyorum. Tedavi çizelgesini imzalayıp Derya hemşireyi bekliyorum. Diğer kabindeki işini bitirip geliyor. “Bugün son kez geldim. Artık gelemeyeceğim. Size teşekkür etmek için bekledim,” diyorum. Öylece bakıyor. “Daha bitmedi. Üç gününüz var,” diyor.

            “Biliyorum. Daha önce de psikoterapiyi yarım bırakmıştım. Sızı kimsesiz bir sözcük değildir. Sevelim sızılarımızı, sızı olmasaydı ağrısız anlarımızın kıymetini bilemezdik.Sızılarımı seviyorum,” dedikten sonra, önünde hafifçe başımı eğerek tekrar teşekkür ediyorum. Öylece bakıyor ardımdan. Aslında birkaç söz daha söylemek isterdim giderayak ama bazen söz fazlası anlam kaymasına neden olabilir endişesiyle kısa kestim: Eğer elimde öyle sihirli bir değnek olsaydı Derya hemşireye iki güvercin kanadı takıp gökyüzüne salardım. Git buralardan, insan değersiz bir şeye dönüştü. Git de ak güvercinlerin yorgun kanatlarını tedavi et…

Polikliniğin merdivenlerinden inerken; Son zamanlarda görsel basına sıkça yansıyan utanç dolu haberler geliyor gözlerimin önüne. Bu akşam yine bir hemşire dövüp bir doktoru komaya soktular; İnsanlıktan çıkmış güruha böyle bir özgüven veren takunyalı muktedirler… Her iki cihanda gün yüzü görmeyesiniz diye geçiriyorum içimden.

                                                                              Mehmet Emin Yeniçeri

                                                                                    24.12.2022