Baki Mesut Köprücü
KIRMIZI 




Salih, her gece karşısına oturtup sessiz sessiz seyrettiği acısını, olanca gücüyle sırtlayıp dışarı çıktı. Birkaç saat sonra güneş doğacaktı. Sokak lambaları, zifiri karanlığı yok etmekten yorgun düşmüş; mahalledeki bütün sesler uykuya çekilmişti. Ara ara uzaklardan gelip yakınlarda kaybolan araba sesleri işitiliyordu sadece. 

Burnuna dolan ekşi ve bayat kokuları hissetmeden ilerliyordu Salih... Kesik kesik soluyor, kafasında kurduğu Çimento Fabrikası’na doğru yürüyordu. Çevre yoluna vardı mı sonrası kolaydı.

“Pısttt ulan... Pıst...” diye ünledi birden...

“Sakin ol biraz... Ne yapacak sana şuncacık kedi!” dedi.

Kırmızı Yanaklı Sultan. Topal kedisini yanına çağırıp kucağına aldı. Sonra bakışlarını Salih’e doğrultup devam etti sözlerine:

“Nereye götürüyorsun onu?” dedi gözlerinin ferini kısarak...

“Yahu... Bir şeyi de bilmeyiver!”

“Geri dön!”

“Dönemem! En baştan başlayacağım her şeye!”

“Vazgeç, ver onu bana!”

“Ha haa... Niyeymiş! Sen mi bakacaksın ona!”

“Hayır, sen bakacaksın!”


Salih, olduğu yere çömelip Kırmızı Yanaklı Sultan’a baktı. Evden çıktığından bu yana kararlı adımlarla yürürken bu şişman ve inatçı kadına rast gelmek hoşuna gitmemişti hiç. “Vazgeç...” dedi Sultan, ısrarını sürdürerek. Kucağındaki kediyi yere bırakıp devam etti:

 “Henüz yolun başındasın! Dön geri...”

“Yolun başındayım. Evet... O yüzden kurtulmaya çalışıyorum ondan! En baştan başlayacağım her şeye!”

“Acele ediyorsun...” dedi Kırmızı Yanaklı Sultan. Rujlu dudaklarını yaladı: “Bir müddet daha seninle kalması gerek...”

“Benimle mi kalması gerek! Tabii tabii... Sancısını sen çekiyorsun sanki!”

“Acıtır da sancıtır da... Biraz zaman ver ona! Sadece biraz zaman!”

“Yapma ya... Senin gibi mi olayım istiyorsun! Şu hâline bak... Her tarafında kırmızı... Yanakların, dudakların, elbisen, ayakkabın... Üstelik yıllardır da aynı renk... Kafayı yedin sonunda! Çoluk çocuk taş atıyor arkandan. Bu mu bana tavsiye ettiğin hayat... Her şeyi içime atıp delireyim mi istiyorsun! Senin gibi yıllar yılı acımla yaşayamam ben. Kurtulmam gerek bir an önce.”


Kırmızı Yanaklı Sultan, kırmızı ayakkabılarına sürtünen kediyi kucağına aldı tekrar. Kırmızı ojeli parmaklarını kedinin alnında gezdirdi.

“Korkma...” dedi. “Bir şey olmaz.”

“Senin gibi olacağım diyorum. Aklımı yitireceğim!.”

“Varsın yitsin akıl denen dürzü. Aklını yitiren, kendini bulur.”

“Ben, aklımı yolda bulmadım, kusura bakma!”

“Aklı olan, çok mu rahat sanıyorsun!”

“Rahat tabii... Baksana penceresinde ışık görüyor musun kimsenin... Var mı şu saatte senden başka uyumayan? Benim de uykularım kaçtı sonunda. Bak, yanındayım!”

Kırmızı Yanaklı Sultan, gözünü mahalledeki evlerin ışıksız pencerelerinde gezdirip Salih’e döndü:

“Ama uyku...” dedi,

“Uyku, örtmüyor üstünü hiçbir şeyin.”

Aynasını çıkarıp rujunu tazeledi.

“Allığımı az sürmüşüm.” Dedi hayıflana hayıflana.

O sırada, acısını sırtından indirip tekmelemeye başladı Salih. Genç adamın şiddetinden ürken kedi, sahibesinin kucağından fırlayıp öteye kaçtı.

Kırmızı Yanaklı Sultan; aynasıyla rujunu cebine tıkıştırıp Salih’i sakinleştirmeye, elini kolunu dizginlemeye çalıştı. Durduramadı onu. Yüzünü avuçlayıp kenara çekildi. Dudaklarını ısıra ısıra, çılgına dönen genci seyretti kocaman gözleriyle.

Salih, yumruklarını gülle edip acısının bağrına indiriyordu durmadan. Nefes nefese kalınca durdu, çekti ellerini. Sonra tekrar sırtladı acısını. Titreyen sesiyle:

“Uğraşma benle!” dedi, ,

“Evine git artık... Sabah oldu!”

Dönüp yüzünü gitti. “En baştan...” diyordu giderken,

“En baştan başlayacağım her şeye...”

Kırmızı Yanaklı Sultan, başını kalbine doğru eğdi, sonra utangaç bir çocuk gibi Salih’in kaybolan siluetine baktı. Asırlık bir heykel gibiydi. Kıpırtısız... Kalın bir çizgi, alnını ikiye bölmüştü. Esmer yüzü, kir içindeydi. Yağlı, kızıl saçlarından ter damlıyordu. Sokak lambalarının yarım yamalak aydınlattığı meydanda sabah ezanı yankılandı o esnada. Birkaç sokak köpeği uluyunca topal kedi, Kırmızı Yanaklı Sultan’ın kucağına atladı.

Gün yavaş yavaş ağarıyordu. Taze bir hava serpiliyordu şehrin üstüne. Kuşlar tünedikleri yerlerden çıkmış, yeni günün ezgilerini söylemeye başlamışlardı. Dağlardan yumuşak bir esinti, şeker pancarı kokusunu taşıyordu ötelere.

Salih, Çimento Fabrikası’nın arkasındaki ıssız araziye varınca acısını sırtından indirip yaban otlarının arasına itti ayağıyla...

“Kardeş, orada bir adam var. Görüyor musun?” dedi fabrikanın güvenlik görevlisi, yanındaki nöbet arkadaşına.

“Şu kırmızı elbiseli adam mı?” dedi arkadaşı.

“Evet... Her tarafında kırmızı var...”

“Rahat ol... Sen işe yeni girdiğin için bilmiyorsun durumu. Salih o... Her gün gelir.”

“Neden geliyor peki?”

“Acısından kurtulmak için.